Necati Keskin

Necati Keskin


Geçmişe Özlem

01 Eylül 2019 - 17:48

Her yaş gurubu için çocukluk döneminin ayrı bir yeri ve değeri vardır. Biz geçmişi hep özlemle ararız, ama o geçmişi de kimse yaşamak istemez nedense,

 

Bize 68 kuşağı derler. Yaşdaşlarımızın 1968 li yıllarda ki gençliğinin haksızlığa tahammül edemediği antiemperyalist inancını benimsediği bir gençlikti. Bu dönemde yaşananlar, insanlar için en değerli anılar olarak hiç unutulmaz.  Bu kuşağı anıları, belli bir yaşa gelindikten sonra değerleri daha da artar ve gelecek kuşaklara aktarılmasından büyük haz duyulur. Bazen kuşaklar arasındaki farklılıkları çıkarır ortaya, bazen de hiçbir şeyin değişmediğini ve her şeyin eskisi gibi kaldığını anlatır. Genelde; kötü şeyler unutulmak, güzellikler ise yaşatılmak istenir belleklerde. İnsanlık tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur.

 

“Benim çocukluğumda” diye başladığımız sözler ve anlattığımız şeyler aslında kendimizi anlatmanın ve duygularımızı dışa vurmanın önemli bir aracıdır. Eski anıları anlatmak birikmiş dertlerimizi boşaltmak anlamı ve mutluluğu çıkar ve bazen de geçmişimizle övünme yoludur bu. Yani zamanımız ile geçmişimizi yüzleştirmenin tek yolundur bu.

 

Bizim çocukluk yıllarımızda ne televizyon vardı, ne de bilgisayar ve internet. 15 li yaşlarımızda telefonun ve radyo en lüks sayılan varlıklı ailelerin veya devlet kademesinde en yüksek mevkideki insanların evlerinde kullanabileceği bir aletti. Radyo’yu size nasıl anlatayım 15 yaşında bir çocuğun bile kaldıramayacağı ağırlıkta pil ve bataryalı, 70 ekran kasalı Tv büyüklüğünde, düğmesini açtıktan sonra ısınmasını 3 dakika kadar beklediğimiz fakat çok güzel ses veren bir alamet !.. O dönemler "seyirci" değil "dinleyici" idik. Çocukluğumun geçtiği Korgun’da Hamza amcamların vardı, Belleğimde kaldığına göre 1960 darbesi sanıklarına ait mahkeme duruşmalarını Yassı adadan naklen izlemiştim ve arada sırada akşam komşu oturmalarına gittiğimiz Kesadargil’de vardı. Merakla Radyo’yu açmalarını beklerdim. Sonra çantalıları çıktı, “mascot” marka çantalı da babam aldı. Akşam Radyo’dan “arkası yarın” radyo tiyatrosu, sabahları “günaydın Türkiye”, akşamları da “tarla dönüşü” gibi programlarını ve Orhan Boran’ın “Doğrumu, yanlış mı” yarışma programının hastasıydık, dinleme hastasıydık.

 

Gündüzleri ise aynı yaştaki arkadaşlarımızla en çok oynadığımız oyunlar; “çelik- çomak, geceleri “aralık sürmesi saklambaç, ip atlama ve beş taş ve topaç” gibi oyunlardı. Bazen de çaputtan yapılmış bir topun peşinde koşardık. Okul zamanı, dersimizi çalışır, sınıfımızın temizliğine katkıda bulunurduk. Tabii özel okullar falan yoktu o dönemde. Özel dershaneler ve kurslar da. Ne minibüs, ne dolmuş ve ne de otobüs..

 

 Zamanımızda Bugay köyünden her gün 5-6  Kilometrelerce yolu yağmurda, çamurda, kışın karşı buzlu yollarda yürüyerek gelip ve okul bitimi köyüne dönen öğrenci arkadaşlarımız vardı ama yine de ağızlarından yorgunluk nedir kelimesini duymazdık..

 

Fakat çocukluk yıllarımızda biz olabildiğince çocukluğumuzu yaşadık. Aile büyüklerimiz, anne ve babamız, öğretmenlerimiz bize çok güzel şeyler öğrettiler. İnsan ve vatan sevgisini, dürüstlüğü, başkalarının haklarına saygılı olmayı, sorumluluk duygusunu, çalışmayı, el emeği ve alın terinin değerini. İsteklerimizde daime aile bütçesi göz önüne alınarak, ölçülü olmayı bilirdik.

 

Öğrendiklerimizle ve yaşadıklarımızla mutlu olmayı bildik. Cumhuriyetin temel ilkelerini, Atatürk İlke ve Devrimlerini hep o yıllarda öğrendik. Türkçeyi, güzel yazmayı ve hatta mensup olduğumuz dinimiz kurallarını da.

 

Ben, Cumhuriyetimiz ilan edildikten yirmi üç yıl sonra doğmuşum. Dört yaşımdan itibaren ailemiz içinde yaşanan olayları anımsayabiliyorum. Tabii ki ülke çapındaki önemli olayları da. Menderes ve Celal Bayar devrini, Orta okulumuzun açılışına Menderes hükümetinin  Milliği Eğitim Bakanı olan Tevfik İleri’nin açılışını yaptığını, 1960 ihtilalinin yargılamalarını ve idamları, radyolardan gazete köşelerinden takip ederdik.

 

Tabii bizim doğduğumuz yıllar Sonra İkinci Dünya Savaşı 10 yıl geçmiş ama rahmetli Atatürk’ün çizdiği ışıklı yol ve onun ilkeleri karanlık dünyamızı aydınlatmaya yetmişti.

 

Bizim çocukluk yıllarımızda ne türban sorunu ve tartışması vardı ne de başörtüsü. Ne türbanı savunan olurdu ne de karşı çıkan. Çünkü türban diye bir şey yoktu. Kimsenin başını nasıl örttüğüne karışan da yoktu. Herkes dilediği gibi örterdi başını. Kimse çıkıp da dini veya siyasi simgeden falan söz etmezdi. Bugünkü kadar çok kara çarşaf giyen de yoktu. Annem ve mahallemdeki kadınlar zaten başları kapalı hatta bazı kadınlar sokağa çıktıklarında kenarları oyalı yemeni ve üzerine “çar” ile örterdi saçlarını,

 

Şimdilere bakıyorum ülkeme “İslam dini” sanki bize 1960 – 70 li yıllardan sonra kabul edilmiş havasını pompalıyorlar.

 

O yıllar, daha yeni olmasına karşın genelde halkın Cumhuriyet ilkelerini içlerine sindirdiği yıllardı. Birinci Dünya Savaşını, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşını yaşayarak görenler, vatan istilasının ve vatan savunmasının ve nasıl mücadele verildiğini bize anlatılardı. Bu vatana nasıl sahip olduğumuzun bilincinde idik.

 

O gündür, bu gündür bu duygularımızla yaşamaya devam ediyoruz, Ve bundan da mutluyuz. Cumhuriyetimizin temel ilkelerine, Atatürk İlke ve Devrimlerine olan bağlılığımızı sürdürmekteyiz

 

Bizim kuşağa 68 kuşağı derler, İşte bizim kuşağın, çocukluk yıllarından beri süregelen inançları, duyguları ve yaşam öykülerinden kısa bir örnek sundum.

 

Tekrar görüşmek dileğiyle, sağlıklı kalın, mutlu kalın,

 

Necati Keskin

 

01.Eylül.2019

Bu yazı 6113 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum